Toplum mühendisliğine dair notlar

Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Feminist ve Postmodern Yaklaşımlar

Yukarıda incelenen temel yaklaşımların günümüzde de etkilerini sürdürüyor olmalarının yanı sıra, yeni ve başka yaklaşımların da ortaya çıkması söz konusu olmaktadır. Son dönemde giderek isimlerinden daha çok söz ettirmeye başlayan bu yeni yaklaşımların başında feminist ve postmodern olarak adlandırılan yaklaşımlar gelmektedir. Feminist ve postmodern yaklaşımlar klasik ve modern sosyolojide yer alan bütün sosyolojik yaklaşımlara eleştirel bakmaktadırlar.

Bu yaklaşımlardan feminizme göre sosyolojide günümüze kadar yer alan bütün teoriler erkekler tarafından ve/ya erkek bakış açısıyla geliştirilmişlerdir ve bu nedenle kadın bakış açısından geliştirilen yeni teoriler ihtiyaç vardır. Bu açıdan feminist teoriler kadın-erkek eşitsizliği üzerine kurulan ilişkilerin analiz edilmesin ve dönüştürülmesine yönelik olarak geliştirilen ayrı bir sosyolojik gelenek olarak tanımlanabilir. Diğer tüm yaklaşımlardan farklı olarak feminist teoriler en önemli ve en eski eşitsizlik biçimi olarak gördükleri kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsizlik üzerinde yoğunlaşırlar. Feminist teoriler kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsizlikleri toplumsal cinsiyet ve patriarki gibi kavramları kullanarak analiz etmeye çalışırlar.

Postmodern yaklaşım da feminizm gibi diğer yaklaşımlara eleştirel bakar. Postmodernizm yalnızca sosyolojide değil sanat, müzik, edebiyat, kültür ve sosyal bilimlerde etkili olan bir yaklaşımdır. Postmodernizm 18. Yüzyılda aydınlanma döneminde ortaya çıkan ve teknolojiye, bilime, ilerlemeye inanan, geleceğe de güven duyan düşünceleri, değerleri ve varsayımları içeren modernizme karşıt olarak gelişmiştir. Sosyolojide yer alan postmodern teoriler de yukarıda ele alınan temel sosyolojik yaklaşımları modernizmin pek çok düşünce ve varsayımlarını paylaştıkları gerekçesiyle eleştirirler. Postmodern teoriler toplumsal gerçekliğin modern çağda ortaya çıkan sosyolojik yaklaşımlar tarafından gerçekte analiz edilemediğine, toplumsal yaşamın da akılcı düşünme biçimleri ile iyileştirilemeyeceğini savunurlar. Bu bakımdan da postmodern teoriler modern olarak adlandırılan çağ ile onun nedensellik ilkesine ve akılcı düşünmeye dayalı bilim anlayışının iflas ettiğine inanırlar. Postmodern teoriler toplumsal dünyaya eleştirel yaklaşıma benzer bir tutumla yaklaşırlar. Toplumsal dünyanın bu görünen yüzeyi ile bir de görünmeyen gizli yapıları olduğunu düşünürler ve araştırmalarında temel olarak toplumsal gerçekliğin yüzeysel görünüşünü parçalayıp içerideki gizli yapıyı çıkarmaya çalışırlar.

Modern Sosyolojinin Gelişimi

Modern sosyolojideki teoriler, üretim ve örgüt biçimi açısından daha gelişmiş, karmaşık ve dinamik bir yapıya sahip olan yirminci yüzyıl toplumları ile ilgili olduklarından klasik sosyolojideki teorilere nazaran daha karmaşık toplum analizleri sunarlar. Klasik sosyolojinin en temel yapı taşları olan teorileri ortaya atan üç büyük düşünür Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber idi. Bir taraftan da modern sosyoloji, sosyolojinin bu üç büyük mimarının düşünceleri üzerine şekillendirilmiştir. Modern sosyolojiyi a. İşlevselcilik, b. Marxizm ve Çatışma Teorisi ve c. Sembolik etkileşimcilik genel yaklaşımları altında inceleyeceğiz.

İşlevselcilik
İşlevselcilik olarak adlandırılan yaklaşım sosyolojide oldukça önemli bir yere sahip olup ilk olarak 19. Yüzyılda Durkheim’ın çalışmalarından şekillenmiştir. Yirminci yüzyılda önce sosyal antropolojide A. R. Radcliffe-Brown (1881-1955) ile Bronislaw Malinowski (1884-1942) tarafından geliştirilen işlevselcilik, daha sonra Amerikan sosyolojisinde, özellikle Talcott Parsons ve Robert K. Merton tarafından geliştirilmiştir.

Durkheim’ın toplumu biyolojik bir benzeşmeye dayanarak açıklamaya çalıştığından yola çıkarak işlevselciliğin de toplumu birbiri ile bağlantılı parçalardan oluşan bir sistem olarak ele aldığını söyleyebilir, modern sosyolojideki işlevselciliğin de toplumu öz-düzenlemeye (self-regulation) sahip olan bir sistem olarak kurgulamış olduğunu söyleyebiliriz. Bu da, tıpkı Durkheim’ın biyolojik benzeşmesinde olduğu gibi, toplumun kendini koruma ve dengede olma gibi doğal bir eğilime sahip olması demektir. Bir diğer ifadeyle, öz-düzenleme topluma çevredeki değişime karşı kurumlarını yeniden düzenleyerek dengesini koruma ve tekrar etkin bir şekilde işleme imkanı sağlar.

İşlevselciler biyolojik sistem gibi toplumsal sistemin de hayatta kalabilmesi için karşılanması gereken bazı temel gereksinimler olduğu varsayımından yola çıkarak bu gereksinimler bir bakıma işlevselciliğin yapısal-işlevselcilik olarak anılmasına da yol açan Talcott Parsons (1902-1979) tarafından sınıflandırılarak tanımlanır.
Genellikle işlevsel ön-gereklilikler olarak adlandırılan bu gereksinimler işlevselcilerin savunduğu üzere, toplumsal sistem içindeki ve uyum halinde bir araya gelerek bütünün hayatta kalmasını sağlayacak bu gereksinimlerine yanıt vermek durumunda kalacak olan parçalar tarafından karşılanmaktadırlar. Böylece işlevselciler toplumu oluşturan her bir toplumsal öğe/parça/kurum ve pratiğin ancak toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasında bir role sahip olması durumunda sürekliliğini koruyabileceğini öne sürerler. Toplumu oluşturan bu kurumları da söz konusu olan bu gereksinimlerin karşılanmasına yönelik olan katkıları açısından analiz ederler. Örneğin, işlevselci analiz açısından aile toplumda üreme ve toplumsallaşma, yani topluma yeni çocuklar kazandırma ve onları topluma uygun şekilde sosyalleştirme gibi temel bir işlevi yerine getirmektedir.

İşlevselcilik evrimci bir toplumsal değişme teorisi sunar. İşlevselciliğe göre toplumsal sistem hayatta kalabilmek için kendi içerisinden defalarca bölünerek ve çoğalma yoluyla farklılaşarak yeni öğeler ve işlevler geliştirmesi ile değişen çevre koşullarına uyum (adaptasyon) sağlamak zorundadır. Örneğin, toplumda devamlı artan iş bölümü ve uzmanlaşma bu ihtiyaç sonucu ortaya çıkmaktadır.

Modern işlevselci sosyologlar Durkheim gibi toplumun hayatta kalması açısından zorunlu gördükleri düzen, denge ve uyumun toplumun geneli tarafından paylaşılan merkezi bir değerler sisteminden kaynaklandığını savunur ve düzen, denge, uyum, istikrar ve iş birliği gibi öğelere ilgi duyarlar.

İşlevselciliğin eleştirilen en kritik noktası gerçekte olmadığı kadar işlevsel bir birlik ve uyum halinde bütünleşmiş, çatışmanın da neredeyse hiç olmadığı bir toplum kurgusuna sahip olmasıdır. Bu yönde işlevselciliğin en önemli açmazlarını aşmaya çalışanlardan birisi de Parsons’un makro-boy teorisinin aksine sosyolojide kendi adlandırdığı şekliyle orta-boy bir teori geliştirmeyi amaçlayan Robert K. Merton (1910-2003) dur.

Merton’a göre işlevselci analizin en önemli açmazlarından birisi toplumu işlevsel bir birlik halinde bütünleşmiş bir sistem olarak ele alması ve dolayısıyla sistemde bozuk işlevsel olan öğe yokmuş gibi her olumlu işlevler üzerinde yoğunlaşmasıdır. Merton’ın kabul ettiği toplumun her zaman işlevsel bir bütünlük halinde yaşamını sürdürmediğidir.

Merton bozuk işlev, açık işlev, gizil işlev gibi geliştirdiği bazı kavramlarla toplumun nasıl her zaman düzgün ve sorunsuz bir şekilde işlemediklerini açıklamaya ve böylelikle işlevselci analizi daha esnek hale getirmeye çalışmıştır. Örneğin, dinin tüm toplumlarda birlik ve bütünleşme yaratmak gibi olumlu bir işlevin yanı sıra, din savaşları örneğinde olduğu gibi, bölünme yaratma şeklinde bozuk bir işlevi de söz konusu olabilmektedir. Örneğin, toplumsal bir öğenin ya da pratiğin her birey tarafından bilinen açık bir işlevi olabildiği gibi bireyler tarafından bilinmeyen ve açıkça amaçlanmamış gizil bir işleve de sahip olabilmesi olasıdır. Yağmur duasına çıkmış bir grubu ele alırsak, yağmur duasına çıkmanın yağmur yağmasını sağlama gibi açık bir işlevi vardır ancak aynı zamanda grup üyeleri arasında dayanışma yaratma şeklinde amaçlanmamış, bilinmeyen ve gizil bir işlevi daha bulunmaktadır.
Merton’ın 1960’ların ortalarına denk gelen işlevselcilik üzerinden sosyolojiye yaptığı katkılar önemli olsa da yine de ikna edici bir toplumsal analiz gerçekleştirememesinden ötürü işlevselcilik giderek etkisini yitirmeye başlamıştır.

Marxizm ve Çatışma Teorisi
Pek çok farklı teoriden oluşan Marxist yaklaşımı iki sınıfa ayırabiliriz. Literatürde bunların ilki geleneksel Marxist teoriler, ikincisi ise yeni Marxist teoriler olarak geçmektedir. Geleneksel akım daha çok Marx’ın orijinal yazılarına ve düşüncelerine sadık kalmaya gayret gösterirken yeni Marxist teoriler ise Marx’ın çalışmalarından oldukça etkilenmiş olmasının yanı sıra ondan belirli noktalarda da ayrılmaktadırlar.

Bu bakımdan yeni Marxistler arasında adı geçen en önemli Marxist teorisyenlerden birisi olarak değerlendirilen Antonio Gramsci’nin (1891-1937) düşünceleri önem taşımaktadır. En önemli eserlerinden birisi olan Hapishane Defterleri’ni İtalyan faşizminin zindanlarında kapalı bir lisanla yazmış olan Gramsci’nin görüşü, geleneksel Marxizmden farklı olarak toplum analizinde yalnızca alt yapının değil üst yapıların da, özellikle kültür ve ideolojinin, önemini vurgularken yönetici sınıfın yönetilenler üzerinde oluşturabilmesinin yolunun da hegemonya ile üst yapının kontrolünden, kültürel ve ideolojik kontrolden geçtiğini savunur.

Bununla birlikte yapısalcı Marxizm olarak bilinen teorinin de geliştiricisi olarak bilinen Louis Althusser’in (1918-1990) düşüncelerinin sosyoloji literatüründe oldukça etkili olmuştur. Althusser analizinde ekonomik, siyasal ve ideolojik toplumsal yapılar olarak sıralayabileceğimiz üç temel toplumsal yapıdan söz eder. Geleneksel Marxizmden farklı olarak Althusser bir toplumda olup bitenlerin belirlenmesinde bu üç toplumsal yapının her birinin görece bir bağımsızlığa ve özerkliğe sahip olduğunu savunur.

Bunun dışında Eleştirel Teori olarak da bilinen ve Frankfurt Okulu’na bağlı olarak çıkan yaklaşım da Marxizm içerisinde oldukça önemli bir ağırlığa sahiptir. İlk olarka 1923’te ortaya çıkan eleştirel teorinin 1970’lere kadar süren gelişiminde Max Horkheimer (1895-1973), Erich Fromm (1900-1980), Herbert Marcuse (1898-1979) ve T.W. Adorno (1903-1969) gibi teorisyenlerin katkıları büyüktür. 1980’lerden sonra ise Jurgen Habermas’ın (1929-) katkıları ile eleştirel teori yeni bir varlık alanı bulmuştur.

Eleştirel teori Marxizmi felsefe, psikanaliz ve ekonomi gibi disiplinler arası bir yaklaşım olarak yeniden geliştirmeye çalışan çeşitli düşüncelerden oluştuğu gibi, hem kapitalist hem de sosyalist ekonomik düzenlemeye sahip modern toplumlardaki her türlü, sınıfsal ya da şahsi olmayan bilimsel-teknolojik akılcı güçler tarafından uygulanan egemenlik biçimlerine eleştirel bakarlar (Slattery, 1991:106). Eleştirel teorinin temsilcileri özellikle kapitalizmde kültürün “kültür endüstrisi” aracılığıyla herkes tarafından kitlesel olarak tüketilebilen eğlence biçimlerine indirgenmesine, diğer bir ifadeyle kültürün kar sağlamak adına metalaştırılarak kitlelere pazarlanmasına oldukça eleştirel yaklaşmaktadırlar. Eleştirel teori ve teorisyenleri tüketim toplumu olarak adlandırılabilecek modern toplumda bireylerin bilinçlerinin nasıl kitle kültürü ile manipüle edildiği ve tüketim ile baştan çıkartılarak düşünmeye ve araştırmaya, dolayısıyla sorgulamaya daha az meyil gösteren varlıklar haline nasıl dönüştürülmüş oldukları üzerine kafa yorarlar.

Yeni Marxistler kapitalizmin kaçınılmaz bir şekilde yıkılacağı görüşü hakkında geleneksel Marxistler kadar iyimser değillerdir. Buradan yola çıkarak Yeni Marxistlerin geleneksel Marxist teorilerin kendisinden farklı olarak toplumun ekonomik alt yapısına değil kültürel ve ideolojik üst yapısına vurgu yapmayı daha öncelikli olarak düşünürler. Burada iki kavram karşımıza çıkmakta ve toplumu şekillendirmede, alt yapı üzerinden yapılan yeni toplumsal tahayyüllerin kaçınılmaz zaferler anlamına gelmeyebileceğinde hem fikir olmaktadırlar. Kültürel hegemonya ve kültür endüstrisi olarak karşımıza çıkan bu iki üst yapısal kavramlar aracılığı ile Yeni Marxistler özellikle başta işçi sınıfı olmak üzere yönetilen kesimlerin sınıf bilinçlerinin nasıl şekillendirilerek kontrol altına alındığını irdeleyemeye yönelirler.

Yeni Marxistlerin ortaya attığı bu yeni fikirler özellikle sınıf ve sınıf çatışması konusundaki sosyolojik analizler için yeni bir açılım sağlamalarının yanı sıra eleştirildikleri temel noktalar olarak, üst yapılara fazla ağırlık vererek Marxizmin ayırt edici özelliği olan tarihsel gelişmenin materyalist ve ekonomik açıdan kavranışının önemini azalttıkları ileri sürülmektedir (Haralambos & Holborn, 2004:216).

Literatürde Marx ve Marxistlerin teorileri işlevselciliğe karşıt olarak gelişen ve çatışmacı yaklaşım olarak adlandırılan başka bir genel yaklaşım içinde de ele alınan çeşitli çatışmacı teoriler bulunmaktadır. Tüm bu Marxizm temelli çatışmacı yaklaşımların yanı sıra Marxist olmayan çatışmacı teoriler de bulunmaktadır ve onların da çatışmacı olarak adlandırılmasının başlıca sebebi olarak da toplumun ve toplumsal gelişmenin merkezine çatışma kavramını oturtmaları gösterilebilir. Bu görüşler de tıpkı Marxizm gibi işlevselciliğin öngördüğü ve toplumun dirlik, düzen ve uyum içindeki bir topluluğu ve toplumsal işleyişi temsil ettiği görüşüne zıt olarak aslında öyle bir düzen ve uyumun bulunmadığı ve aksine toplumun uyum içerisindeki gruplardan değil farklı çıkarlara sahip olan gruplar tarafından meydana geldiğini savunurlar. Marx’tan farklı olarak bu çatışma teorileri çatışmanın temeline sınıf ve sınıf çelişkilerini koymak yerine çok farklı temellere dayanan çatışmalara ve temellerine vurgu yaparlar. Bir diğer ayırt edici nokta ise Marx’ın öngördüğü şekliyle sınıfsız bir toplumun çatışmalara son vereceği görüşünün aksine, bu teorisyenler bu tür bir toplumda bile çatışmaların devam edeceğini savunurlar ve çatışmanın sürekliliğine inanırlar.

Çatışmacı yaklaşım içerisinde mesleki gruplar, farklı etnik gruplar, cinsiyet grupları, dinsel gruplar ve benzerleri arasındaki çatışmalar üzerinde yoğunlaşan çeşitli teoriler yer almaktadır. Çatışmacı teoriler içerisinde özellikle Ralf Dahrendorf (1929-) tarafından geliştirilen çatışma teorisi önemli bir yere sahiptir. Marx’tan etkilenmekle birlikte onun özellikle mülkiyet ilişkileri üzerinde temellenen sınıf modelini eleştiren Dahrendorf güç (otorite) üzerinde temellenen bir sınıf modeli tanımlar. Dahrendorf kapitalist toplumda meydana gelen önemli değişmeler sonucunda çatışmanın kaynağının mülkiyet olmaktan çıktığını, gücün (otoritenin) çatışmanın yeni kaynağı haline geldiğini savunmuştur. Dahrendorf özet olarak, post-kapitalist olarak adlandırdığı toplumda çatışmanın üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasında değil, otoriteyi uygulayanlar ile ona tabi olanlar arasında ortaya çıkabileceğini savunmuştur.

Sembolik Etkileşimcilik
Sembolik etkileşimcilik Amerikan sosyolojisi içerisinde sosyal psikolojiye oldukça yakın duran bir sosyolojik yaklaşım olarak bilinmektedir. Toplumu bireylerin gündelik yaşamındaki sembolik etkileşimlerin bir ürünü olarak ele alan sembolik etkileşimcilik kavramının sosyolojideki gelişiminde C.H. Cooley ve W.I. Thomas’ın önemli katkıları olmakla birlikte George Herbert Mead (1863-1931) bu yaklaşımın kurucusu olarak bilinir. Bunun yanı sıra Herbert Blumer (1900-1986) de bu yaklaşımın kurucularından ve Mead tarafından geliştirilen bu kavrama ismini veren sosyolog olduğu var sayılmaktadır.

Sembolik etkileşimcilik yaklaşım itibariyle Weber gibi toplumsal eyleme, toplumsal etkileşime, anlamlandırma ve yorumlama süreçlerine ağırlık veren bir yaklaşım olmasının yanı sıra, ondan ayrılan tarafıyla Weber’in makro-sosyolojik düzeydeki bakış açısına karşıt olarak sembolik etkileşimcilik daha çok gündelik yaşam ile ilgilenen mikro-sosyolojik bir kavramlar bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sembolik etkileşimciler toplumsal düzenin içinde yaşadığımız dünyada bulunan her şeye (nesnelere, olaylara, eylemlere ve benzerine) atfettiğimiz anlamlar sonucu oluştuğunu düşünürler. Başka bir ifadeyle toplum bireylerden bağımsız olan yapılardan değil bireylerin içinde yaşadıkları dünyaya atfettikleri anlamlardan meydana gelmektedir.

Bu süreçte, sembolik etkileşimci anlayışa göre semboller, simgeler ve anlamlar kritik bir noktada durmaktadır. Örnek olarak, bir masanın sadece maddi bir nesne olarak zihnimizde ve yaşamımızda varoluşu bir anlamda aslında onun üzerinde yemek yenilen, yazı yazılan ve daha birçok işi görebildiğimiz bir araç olarak kullanılması masayı sadece belirli bir forma sahip bir nesne olarak değil aynı zamanda bir anlamı da içerisinde barındıran ve o anlamı temsil eden bir sembol olması açısından da önem taşıyor olması sembolik etkileşimcilikte bir sembolün, sadece bir nesne veya olayı sadece temsil etmesi yönünden değil ona atfettiğimiz anlamı da temsil eden bir sembol oluşu itibariyle üzerinde durulması gerektiği düşünülür.

Dil sembolik etkileşimin en önemli ve güçlü aracıdır. Yine de insanlar arasındaki etkileşim yüz yüze olmayabilir fakat mutlaka semboller aracılığıyla olur. Birbirleriyle yüz yüze görüşemeyen insanlar yine birbirlerine e-postalar göndererek iletişimde bulunabilirler. İnsanlar sembolik etkileşimciliğe göre semboller kullanarak anlamlı toplumsal bir dünya kurarlar.
Ancak şeyleri temsil eden anlamlar/semboller gündelik yaşamda ortaya çıktıklarından değişmeye kapalı olmadıkları gibi, sembolik etkileşimci yaklaşıma göre bu anlamlar dolayısıyla nesnelerin kendilerine içkin değillerdir. Toplum da bu şekilde değerlendirilir ve sembolik etkileşimcilerin deyimiyle toplumsal düzen de etkileşim sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Diğer sosyolojik yaklaşımlar ile karşılaştırıldıklarında sembolik etkileşimcilik toplumsal dünyanın şekillenmesinde bireyi daha aktif olarak değerlendirir. Bu nedenle işlevselcilik ve Marxizm gibi makro-boy yaklaşımlardan ayrılır. Bu yaklaşımların aksine sembolik etkileşimcilik toplumun aktif, yapıcı, yaratıcı ve yorumlama kabiliyeti olan insan özneler tarafından gündelik yaşamda sembolik etkileşim ve iletişim aracılığıyla her gün nasıl inşa edildiğini açıklamaya çalışır. Bu nedenle sembolik etkileşimcilik toplumun, onu oluşturan bireylerden bağımsız bir yapısı olmadığını bu nedenle de sosyologların toplumsal eyleme aktör tarafından atfedilen anlamı yorumlamakla işe başlaması gerektiğini düşünen Weber’in yaklaşımına daha yakın durur.

Sembolik etkileşimciliğin kurucusu olarak sayılan Mead’e göre insan diğer canlılarda bulunmayan özelliklere sahip eşsiz bir varlıktır. İnsanlar hayvanlar gibi uyarılara basit tepkiler vermek yerine davranışlarını duruma göre ayarlayabilen varlıklardır. İnsanlar içinde yaşadıkları dünyayı (nesnelere ve durumlara sürekli anlamlar yükleyerek) sembollerle anlatabilen, diğerleri ile de bu anlamları temsil eden semboller aracılığıyla etkileşim kurabilen ve benlik (self) duygusu geliştirebilen varlıklardır.

Mead’e göre benlik insanlara rol alma sürecinde kendilerini ötekilerin gözünden görebilme olanağı sağlar. Başka bir ifadeyle benlik sayesinde kendimize dışarıdan, bir nesneye bakar gibi bakabiliriz. Diğerlerinin bizi nasıl gördüklerini veya diğerlerinin gözüyle nasıl göründüğümüzü yorumlayabiliriz. Yalnızca kendimizin değil başkalarının da farkına varırız, başkalarının hislerini, niyetlerini ve beklentilerini yorumlayabiliriz. Mead’in ifadesiyle benlik kişinin içinde yaşadığı topluluğun toplumsal alışkanlıklarını içselleştirmesi anlamında genelleştirilmiş diğerleridir (Poloma, 1993:223).

Mead’in bu görüşlerini geliştirerek sembolik etkileşimciliğe katkı sağlayan Blumer ise sembolik etkileşimciliğin yöntemini toplumsal fenomenini doğrudan incelenmesi olarak tanımlar (Poloma, 1993:230-231).

Çağdaş sosyolojide sembolik etkileşimden etkilenerek ortaya çıkan birçok yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşımların başında toplumsal yaşamı bir tiyatroya benzeten Erving Goffman’ın dramaturji teorisi, gündelik yaşamın gerçekliğini inceleyen Alfred Schutz’un Sosyolojik fenomenoloji yaklaşımı ve günlük etkileşim esnasında oluşturulan gerçeğin ampirik incelemesi ile ilgilenen etnometodoloji yaklaşımı ile Harold Garfinkel yer almaktadır. Weber sosyolojisi de dahil olmak üzere bu yaklaşımların hepsi literatürde çok defa eylem teorileri, yorumlayıcı sosyoloji veya hermeneutik sosyoloji şeklinde tek bir gelenek altında ele alınabilmektedirler.

Klasik Sosyoloji

Bu bölümde klasik sosyolojinin, etkileri günümüze kadar süren üç düşünürü olan tarihsel olarak sırasıyla Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber üzerinde durulacaktır. Bu üç düşünürün günümüze bu kadar etkilerini sürdürür nitelikte, ardından gelen sosyologları da kendi çalışma konu ve alanlarında etkiler bir nitelik taşımaları onları sosyoloji tarihinde önemli bir yere koymaktadır.

Karl Marx (1818-1883)
Sosyoloji tarihinde pozitivist ve evrimci bakış açısının dışında Karl Marx tarafından ortaya atılan ve tarihsel materyalizm olarak isimlendirilen teorinin önemli bir etkisi olmuştur. Marx, görüneni değil görünenin ardında yatan toplumsal dinamikleri açığa çıkarmayı amaçlayan eleştirel bilim yaklaşımına yakın bir bilim anlayışına sahiptir. Alman filozof Hegel’in bakış açısını örnek alarak onu materyalist bir öze kavuşturduğunu öne süre Marx’a ve onun tarihsel materyalist felsefesine göre insanların varlığını bilinçleri belirlemez aksine toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler.

Marx’ı katı materyalist olarak adlandırabileceğimiz mekanik materyalistlerden de ayırt eden yönleri mevcuttur. Ona göre insan yaşayabilmek için öncelikle yiyecek, giyecek ve barınacak yer ve benzeri materyal şeyler üretmek zorundadır. Marx’a göre insan da yine insan tarafından ancak toplumsal emek aracılığı ile hem kendini hem de toplumu üretebilen bir sosyal varlıktır. Bu yüzden tarihsel materyalist anlayışı yalnızca bir materyalist bakış açısı olarak değil insanı toplumsal gerçekliğin bir ürünü ve üreticisi olarak ele alan bir kavramlar bütünü olarak kabul etmemiz gerekmektedir.
Marx’ın diyalektik materyalist yaklaşımının diyalektik olarak adlandırılan ve Hegel tarafından geliştirilen bir düşünceye dayandığı iddia edilirken Marx’ın diyalektiği Hegel gibi tarihi Hegel’in yaptığı gibi idealist açıdan değil materyalist açıdan kavramak için geliştirdiği/kullandığı söylenebilir.
Bu diyalektik materyalist kavrayışta Marx özellikle üretim üzerinde yoğunlaşmış, tarihsel süreç içerisinde toplumsal yaşamlarını üretmek akacıyla üretim sürecine katılan insanlar arasında Marx’ın üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) dediği bazı toplumsal ilişkiler gelişir.
Üretim ilişkileri üretim araçlarına sahip olmak ile olmamak, bir taraftan karşıt çıkarlara sahip olmak anlamına geliyorken bir taraftan da belirli toplumsal sınıf ilişkilerine denk düşmektedir. Bu konu Marx’ın düşüncesinin en kritik noktalarından birisini oluşturur. Başka bir ifadeyle üretim sürecine katılan sosyal gruplar arasında üretim ilişkilerinden kaynaklanan çıkar farklılıkları ve çıkar çatışmaları oluşur.
Bu bakımdan Marx için tarihsel süreç içerisinde ilkel komünal olarak adlandırılan toplum hariç bütün toplumlar üretim araçlarına sahip olan ve olmayan iki temel sınıfa bölünmüş sınıflı toplumlardır. Bu yüzden üretim araçlarını ellerinde bulunduran, ona hakim olan sınıf Marx’a göre siyasal ve benzeri güç çeşitlerini tekelleştirerek toplumda gerçek yönetici sınıfa dönüşür ve güç sahibi olmayan diğer sınıf üzerinde egemenliğini oluşturur. Sınıf çatışmasını toplumdaki diyalektik değişmenin temeli olarak gören Marx’a göre toplumsal sınıf olarak tanımlanan bu iki sınıf arasındaki ilişkileri sömürüye dayalı ve çelişkili ilişkiler olarak tanımlar.
Marx toplum analizinde aynı zamanda alt yapı ve üst yapı şeklinde bir ayrıma da gider. Bu ayrımda alt yapı ekonomik yapıdan, üst yapı ise hukuk, siyaset, din, aile ve ideolojiden oluşur. Alt yapı ile üst yapı arasında karşılıklı etkileşime dayalı ilişkiler var olduğu gibi, ekonomik alt yapının siyasi üst yapı üzerinde belirleyiciliği söz konusudur. Egemen sınıf üst yapıyı kendi gücü ve otoritesini meşrulaştırmak ve hükmettiği sınıfı bu konuda idare edebilmek için kullanır ve siyasal, ideolojik, dinsel ve benzeri nitelikteki yapı ve düşünceleri kontrolü altında tutar. Marx bu nedenle bireylerin gerçekliğin asıl doğası hakkında yanlış bilince ve çarpıtılmış bir bilince sahip olduklarını düşünmekteydi.
Marx’ta toplumsal değişme kendi ifadesiyle farklı üretim biçimleriyle karakterize edilen diyalektik bir süreç izler. Bu diyalektik değişme sürecine göre toplumsal tarih çelişkiler taşıyan bir süreç olması bakımından her üretim biçiminin kendi içerisinde taşıdığı çelişkiler tarafından başka bir üretim biçimine dönüştürülmesi söz konusudur. Marx’ın en önemli çalışmalarından birisi olan Kapital’de incelenen ve Marx’ın da oldukça büyük bir önem biçtiği kapitalist üretim biçimi de emek gücünün (ücretli emek şeklinde) bir meta olarak alınıp satıldığı metalaşmış ve yabancılaşmış toplumsal ilişkiler dayalıdır. Tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de üretim araçlarına sahip olan bir egemen sınıf (burjuvazi ya da kapitalist sınıf) ile üretim araçlarından yoksun bir üreten sınıf (proletarya ya da işçi sınıfı) mevcuttur. Üretim araçlarından yoksun olan proletarya emek gücünü satarak sadece hayatta kalmasına yetecek kadar bir ücret ile yaşamını sürdürmeye çalışırken bir diğer taraftan da ürettiğinin karşılığını tam alamayan işçi sınıfına karşılık olarak artık-ürün mantığı ile ürettirdikleri üzerinden kapitalist sınıfın karına kar katması durumu söz konusudur. Buradan yola çıkarak Marx giderek artan kapitalist düzenin çelişkileri ister istemez çelişkilerin artması sonucu toplumu yine farklı bir toplumsal aşama olan sosyalizme geçireceğine inanıyordu.
Marx’ın tarihi farklı üretim biçimlerinin ve üretim ilişkilerinin gelişim tarihi olarak ele alan tarihsel materyalist yaklaşımı sosyoloji biliminin gelişimize son derece önemli katkılar sağlamıştır. Ancak bazı çevrelerce Marx’ın tarihin materyalist açıdan kavranışında ekonomik faktörlere aşırı derecede önem atfetmesi ve çelişkilerle dolu son sınıflı toplum aşaması olarak nitelendirdiği kapitalizmin sonunun bir türlü gelmemesinden dolayı eleştirilere maruz kaldığı söylenebilir.

Emile Durkheim (1858-1917)
Durkheim çalışmalarında kendisinden önce gelen sosyologlardan daha fazla sosyolojinin bir bilim dalı olarak sınırlarının ne olduğu ve onun kapsamına giren olguların hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine ağırlık vermiştir. Sosyolojinin en önemli kurucularından birisi olarak kabul edilen Durkheim işlevselci (fonksiyonalist) olarak adlandırılan bir toplum modeli benimsemiş ve bu açıdan modern sosyolojinin en önemli yaklaşımlarından yapısal işlevselciliğin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.
Durkheim toplumu bir bütünü oluşturmak amacıyla farklı işlevler üstlenmiş parçalardan oluşan biyolojik bir organizmaya benzetirken bu toplumun onu oluşturan bireylere indirgenemeyecek nitelikte bağımsız, bireylerin üzerinde (yani bireylerden daha önemli) bir gerçekliği olduğunu düşünür ve savunur. Bu toplumun bireyler üzerinde kolektif nitelikteki toplumsal olgular (gerçeklikler) aracılığıyla yaptırım gücüne sahip ve yine bireyleri üzerinde baskıcı ve sınırlandırıcı olduğunu vurgular ve bu nedenle toplumsal olguları sosyolojinin bir çalışma nesnesi olarak tanımlar.
Durkheim’a göre toplumsal olgular toplumun sürekliliğinin sağlanmasında da kilit noktada durmaktadır. Bu bakımdan bir toplumun belirli bir düzeyi aşmamak şartıyla suç ve ceza dahi toplumsal olarak kabul edilebilir davranışların sınırını belirlemesi açısından işlevsel konumdadır.
Yöntemsel açıdan Durkheim toplumsal olguların fiziksel nesneler gibi bir gerçekliği olduğunu ve bu nedenle nesneler gibi ele alınmaları gerektiğini savunur (Durkheim, 1985). Buradan yola çıkarak baktığımızda Durkheim da toplumsal yaşamın incelenmesinde doğa bilimsel yöntemlerin kullanılması gerektiğini benimseyen Comte’un yöntemine benzer bir pozitivist yöntem benimser. Buna göre Durkheim toplumsal olguları açıklarken iki farklı yöntem olan nedensel ve işlevsel olarak adlandırılan iki yöntemden bahseder (Durkheim, 1985). Ancak sosyolojik yöntemin kurallarında bir toplumsal olgunun nedeninin başk bir toplumsal olguda olduğu ilkesinden hareket ettiğinden toplumsal olguları araştırmada önerdiği her iki araştırma yönteminin alanı toplumdur. Buna göre;
Nedensel yöntem ile toplumsal olguların nedenlerinin yine başka toplumsal olgularda aranması gerektiği ve nedensel olarak açıklanması gerektiği ön plana çıkartılırken,
İşlevsel yöntem ile de toplumsal olguların toplumun ihtiyaçlarının karşılanması açısından sahip oldukları işlevleri açısından araştırılması ve açıklanması gerektiğinden bahsetmektedir.
İşlevselci bir toplum modeli benimseyen Durkheim için toplumsal düzen ve dayanışma bir toplumun işlevsel öncelikli gereksinimlerinin en başında gelmektedir. Ona göre toplumda düzen ve dayanışmanın kaynağı iş bölümü ve uzmanlaşmadır. İş bölümü arttıkça bireylerin birbirine olan bağımlılığı da artmaktadır. Durkheim evrimci işlevselci bir bakış açısı sergilediği Toplumsal İşbölümü adlı çalışmasında hem toplumsal düzen ve dayanışmanın hem de toplumsal değişmenin sırasıyla mekanik ve organik adı altında iki farklı ideal tipinden söz eder.
a. Mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı basit bir iş bölümünün olduğu geleneksel toplumlarda söz konusudur. Bu düzen ve dayanışma tipinde kolektif bilinç ve kolektif kimlik bireysel bilinç ve kimliklerden daha güçlü ve baskındır.
b. Organik dayanışma ise farklılaşmaya dayalı karmaşık bir iş bölümü ve uzmanlaşmanın olduğu modern toplumlarda söz konusudur.
Durkheim’a göre mekanik dayanışma daha çok sanayi öncesi toplumlarda, organik dayanışma ise daha çok sanayi toplumlarında görülmektedir.
Durkheim yaptığı çalışmalarda intihar konusunu ayrı bir çalışma teması haline getirmiştir. Buna göre Durkheim intiharı bütünleşme ve düzenleme şeklinde iki bağımsız değişkenle açıklar. Bir toplumda her iki değişkenini aşırı düzeyde ya da yetersiz düzeyde bulunması intihara yol açar.
Modern toplumda kolektif bilincin bireyselleşme, farklılaşma ve heterojenleşme gibi nedenlerle zayıflaması sonucu ortaya çıkan intihar tipleri ile ilgilenen Durkheim için ahlaki uzlaşı anlamında kullandığı ve son derece önemli bir işleve sahip olan kolektif bilinç toplumsal organizmada parçaları birbirine bağlayan merkezi bir değer ve norm sisteminin temelini oluşturur. Durkheim’ın bu teml üzerinde inşa ettiği toplumsal ahlak ise dinle oldukça bağlantılıdır. Ona göre din dayanışma üreten toplumsal kaynaklardan birisi olduğu gibi, dinin kaynağı olarak da doğaüstü ya da benzeri görüşleri değil, yönteminde yer alan toplumsal olguları ancak başka toplumsal olgular belirler ilkesine dayanarak, topluluğun ve toplumun kendisi olarak görür. Buna göre dinin kaynağı toplumun kutsal olan ile olmayan arasında yaptığı ayrımdan kaynaklanmaktadır.
Öte yandan sosyal hayatı mümkün kılan ve bireylere rehberlik eden bu kolektif nitelikteki merkezi değer sisteminin özellikle ani toplumsal değişmelere bağlı olarak daha da zayıflaması durumunda ise Durkheim adına anomi dediği tehlikeli bir olgunun gelişmesinden söz eder.
Anomi kuralsızlık ya da toplumun temel değerlerinde belirsizlik anlamına gelen bir olgudur.

Böyle zamanlarda toplumda özellikle suç, sapma ve intihar oranları normal düzeyin üzerine çıkarak tehlikeli boyutlara varabiliyorken toplumun geleceği konusunda iyimser olan Durkheim, bu gibi anomik durumların eğitim sürecinde üyelerine meslek ahlakı aşılayan meslek örgütleri aracılığıyla kontrol altına alınabileceklerine ve böylelikle de organik dayanışmanın oluşabileceğine inanmaktadır.
Ancak Durkheim’ın toplumda meslek ahlakının sözünü ettiği organik dayanışmanın temel dayanaklarından birisi olarak görmesi aşırı iyimser bir görüş olması gerekçesiyle ve toplumsal olguların birer nesne gibi ele alınması gerektiği yönündeki görüşü hümanist olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Max Weber (1864-1920)
Sosyolojik düşünce tarihinde Durkheim gibi sosyolojinin bağımsız bir sosyal bilim olarak gelişimine büyük katkısı olan düşünürlerden birisi olarak kabul edilen Max Weber, toplumu bireylerden bağımsız ve nesnelere benzeyen bir gerçeklik olarak ele aldığı için anti-hümanist olarak nitelenen pozitivizme oldukça eleştirel bakan Alman filozofların düşüncelerinden etkilenmiştir. Bu bakımdan Weber pozitivizmden farklı olarak sosyolojinin ve sosyolojik analizin merkezine toplumsal eylemi ve etkileşimi koyduğu gibi, pek çok açıdan pozitivizmden farklılaşan ve ona eleştirel olan bir sosyolojik yaklaşım benimsemiştir. Weber toplumu toplumsal eylemlerden meydana gelen bir oluşum olarak görür ve sosyolojinin çalışma nesnesini “toplumsal eylem” olarak tanımlar.
Pozitivistlerin aksine sosyolojide doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve kavramların aynısının kullanılmasına karşı çıkan Weber’e göre düşünebilme yetisine sahip olan insan toplumsal yaşamda başkalarının düşüncelerini ve tepkilerini hesaba katarak hareket eden kültürel bir varlıktır. Kültürel varlıklar olarak biz insanlar toplumsal yaşamda genellikle başkalarına yönelik olan olarak belirli anlamlar taşıyan eylemlerde bulunuruz. İnsan eyleminin toplumsal olduğunu düşünen Weber’e göre sosyologlar toplumsal eylemi bilimsel olarak açıklamaya başlamadan önce bireyin eyleme atfettiği anlamı yorumlamak zorundadırlar.
Bu açıdan bakıldığında Weber’in sosyolojisinin literatürde toplumsal eylem, yorumlayıcı veya anlayıcı sosyoloji olarak tanımlanmasının sebebi kendi biliminde Comte, Durkheim ve benzeri pozitivist sosyologlar tarafından kullanılan açıklamaya dayalı niceliksel yöntemin yanı sıra anlamaya/yorumlamaya dayalı niteliksel yöntemin de kullanılması gerektiğini düşünmesinden kaynaklanmaktadır.
Comte ve Durkheim gibi toplumsal eylemi yöneten ve keşfedilmeyi bekleyen bir takım evrensel-toplumsal yasalar olduğunu düşünmeyen Weber’e göre sosyoloji toplumsal eylemi yorumlayarak açıklamaya çalışırken de doğa bilimlerinde kullanılan yasa benzeri kavramlar yerine ideal tip olarak bilinen bir kavramı veya yöntemsel aracı kullanmaktadır.

Sosyolojik analizinin temeli olarak gördüğü ideal tipleri bütün çalışmalarında kullanan Weber, toplum analizinde toplumsal eylemleri ve buna paralel olarak toplumsal ilişkileri ve toplumsal oluşumları tipleştirir.
Toplumsal eylemi analiz etmek üzere geliştirdiği eylem tipolojisinde geleneksel, duygusal, değerle ilişkili akılcı ve amaçsal akılcı olmak üzere dört toplumsal eylem tipinden söz eden Weber, toplumsal oluşum tipolojisinde de otorite ile örgüt tiplerinden bahseder ve geleneksel otorite, karizmatik otorite ve yasal-ussal otorite olarak adlandırdığı ideal tipte üç otorite ve örgüt biçiminden söz eder.
Weber’de otorite meşru güce dayalı bir egemenlik biçimi anlamında kullanılmaktadır. Bu bakımdan geleneksel, karizmatik ve yasal-ussal otorite ideal tipte birer “meşru egemenlik” biçimidirler.
Weber en çok akılcı eylem ve bunun üzerinde temellenen yasal-ussal otorite ve örgüt tipi ile ilgilenir. Çünkü Weber modern toplumlarda akılcı düşünerek hareket etme yönünde bir eğilim olduğunu ve bunu akılcılaşma (rasyonelleşme) süreci olarak tanımladığı gibi, bunun da en açık örneği olarak giderek yaygın hale gelen yasal-ussal otoriteye dayalı bürokratik örgütlenmenin kendisini işaret etmektedir. Weber’e göre akılcı/rasyonel eylem açıkça belirlenmiş bir amaca kilitlenmiş ve bu amaca ulaşmayı sağlayacak en uygun araçları seçmiş, hesaplı ve planlı düşünmeye dayalı bir eylem türüdür.
Bürokrasinin en etkili sosyolojik analizlerinden birisini yaptığı kabul edilen Weber’e göre bürokrasi kapitalist ve ya sosyalist ekonomik düzenlemeye sahip , tüm modern toplumlara özgü bir örgüt modelidir. Bürokrasi aynı zamanda yasal-ussal otoriteye dayalı bir yönetim biçimidir ve modern toplumda gücün temelini oluşturur.
Bir başka ifadeyle modern toplumda yönetim insanlar tarafından yapılmasından ziyade yasalar ve yönetmelikler aracılığıyla gayri-şahsi olarak yapılmaktadır. Bununla birlikte yasalar ve yönetmelikler aracılığıyla yönetmenin bir diğer adı olan bürokrasi ile bürokratik yöntemleri Weber insanın öz inisiyatifini, özgürlüğünü ve değerlerini yok eden ve kaçış imkanı olmayan yönetmeliklerden ve kurallardan oluşan ‘demir kafes‘lere benzetir ve bunu modern toplumların karşı karşıya kalacakları en büyük tehdit olarak görür.
Weber pozitivizmi eleştirdiği gibi Marx’ın da görüşlerinin önemli bir bölümüne karşı çıkar. Onun eleştirisinin çıkış noktası Marx’ın ekonomik faktörlere ve sınıf çatışmasına diğer faktörlerden daha çok önem vermesidir. Nitekim yöntemsel olarak Weber ekonomik faktörlere daha büyük bir önem ve öncelik vermediği gibi tarihsel ve toplumsal değişmede de ekonomik nitelikte olan ve olmayan pek çok faktörün birlikte rol oynadığı şeklinde çoğulcu (plüralist) bir yaklaşım benimser.
Weber toplumsal tabakalaşma konusunda da Marx’tan farklı bir yaklaşım benimser. Marx gibi o da toplumun farklı çıkarlara sahip gruplara ve sınıflara bölündüğünü savunuyorken bu noktada ekonomik temelli sınıfsal bölünmelerin önemini vurgulayan Marx’ın aksine Weber, özellikle saygınlık (prestij) temelinde statü grupları arasındaki bölünmeler ile güç (otorite) temelinde partiler ve benzeri oluşumlar arasındaki bölünmelere vurgu yapmaktaydı.
Weber en ünlü çalışmalarından birisi olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde kapitalizm gibi bir ekonomik düzenleme biçiminin oluşumunda düşünsel ve dinsel nitelikte faktörlerin nasıl önemli bir rol oynadığını göstermeye çalışır. Bu bakış açısı da dinin toplumsal değişmeyi engelleyici bir role sahip olduğu düşünüldüğünde, Weber’in endüstriyel kapitalimsin gelişiminde dinin önemine vurgu yapması ciddi eleştirilere maruz kalmıştır (Slattery, 1991, 300). Bununla birlikte Weber’in sosyolojik analiz için geliştirdiği tipler, özellikle de bürokrasi gibi günümüz toplumlarının modern örgüt yapısının anlaşılmasında oldukça önemli katkılara imza atmıştır.

Alman sosyoloji geleneğinde yer alan Ferdinand Tönnies (1855-1936) ile Georg Simmel de (1858-1918) Weber kadar etkili olmamakla birlikte hümanist ve anti-pozitivist bir sosyolojik yaklaşım benimsemişler, bu sosyologlardan Tönnies Topluluk ve Toplum adlı çalışması, Simmel de formel sosyolojinin kurucusu ve daha birçok alanda ortaya koyduğu çalışmaları ile sosyolojinin gelişiminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Sosyolojide Temel Yaklaşımlar

Sosyolojinin Gelişimi

Tarihsel süreç içerisinde hemen her çağda toplum ve toplumsal yaşam ile ilgili sosyolojik nitelikte çeşitli düşünceler geliştirilmiştir. Ancak toplumsal yaşamın sosyoloji adı altında bağımsız bir akademik disiplin çerçevesinde ele alınması on dokuzuncu yüzyıla dayanır. İşte bu ünitede on dokuzuncu yüzyıldan günümüze sosyoloji biliminin toplumsal yaşamı analiz etmeye yönelik bağımsız bir disiplin olarak gelişimine katkıda bulunan temel sosyolojik yaklaşımları ana özellikleri açısından kısaca ele almaya çalışacağız.

Sosyolojide İlk Dönem Gelişmeler

Saint Simon (1760-1825)

Fransa’da devrim öncesinde ve sonrasında yani son derece istikrarsız bir dönemde yaşamış olan Simon’ın düşüncelerine, bu fönemin etkileri damgasını vurmuştur. Bu açıdan bakıldığında da Simon’ın fikirlerinin temeli Fransız Devrimi sonrası endüstri toplumu aşamasında ortaya çıkan sorunlara karşı pozitivist bir bilimin gerekliliği üzerine gelişmiştir. Çalışmalarına da bu yönde ağırlık veren Simon “sanayi toplumu” kavramını ilk kullanan kişidir.
Simon toplumu evrimci ve pozitivist bir kavramsal çerçevede ele alır. Yöntemsel olarak Simon bir dönem birlikte çalıştığı Comte gibi toplumsal olguların doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerle incelenebileceğini savunan pozitif bir bakış açısına sahiptir. Buna göre insan toplumları feodal veya askeri toplumlardan sanayi toplumlarına doğru bir gelişme içerisindedirler. Simon için “pozitif” aşama olarak tanımladığı sanayi toplumu aşaması çok önemli bir aşama olup üretim, teknoloji, bilgi, bilim, iş bölümü, sınıf yapısı ve de siyasal yapısı açısından diğer aşamalardan ayrılmaktadır. Bu aşama pozitif bilimin ve sanayinin sağladığı avantajlar sayesinde öncekilerinden farklı olacaktır. Simon için bu pozitif aşama tüm toplumsal sınıfların iş birliği ve uyum halinde tek bir kolektif üretici sınıf temelinde örgütlenerek üretime katıldıkları sosyalist nitelikte bir toplum aşamasını temsil eder. Simon’ın çalışmalarında sözü geçen sosyalizm teması daha sonra Marx’ın çalışmalarında farklı bir çerçevede ele alınacaktır.
Simon bir taraftan da feodal toplumdan sanayi toplumuna geçişi de bu aşamada yaşanan problemlerin “sosyal fizik” adını verdiği pozitif bir bilim yoluyla aşılacağı ve bu yeni bilimle yeni bir yapıya kavuşturulacağından bahsediyor.Bu nedenle Simon bazı çevrelerce “ilk sosyolog, ilk sosyalist” olarak nitelendirilmektedir (Meriç, 1995).
Bu katkılarına rağmen Simon’ın “özgün” bir sosyoloji geliştiremediği ve ayrıca çalışmalarında hem sosyalist hem de muhafazakar bir bakış açısı sergilemesi nedeniyle sosyoloji tarihinde daima muğlak bir konuma sahip olduğu öne sürülmektedir (Swingewood, 1998, 54-55, 59).

Auguste Comte (1789-1857)
Toplumu tıpkı Simon gibi evrimci ve pozitivist bir çerçeve ele alan Comte “sosyoloji” kavramını icat etmiş ve sosyolojide pozitivist sosyoloji olarak bilinen geleneği kuran önemli bir kişidir. Bu nedenle bazı çevrelerce Comte sosyolojinin kurucusu olarak kabul görür.
Comte’un çalışmalarının ana ekseni yöntemsel olarak pozitivist olmasıyla birlikte içerik olarak kısmen Aydınlama çağı düşünürlerinden etkilenmiş, kısmen de Fransız Devrimi’nin toplumsal olarak çalkantılı dönemlerinde yaşamış olmasından da kaynaklı olarak eleştirel bir güzergahta ilerlemiştir.
Sosyolojide Comte tarafından geliştirilen pozitivist yaklaşım toplumsal yaşamın doğal yaşama benzer bir nesnel gerçekliği olduğu yönünde temel bir varsayıma dayanmaktadır. En genel tanımı ile pozitivizm, sosyal ve fiziksel dünyanın gözlem ve deneyle test edilerek incelenebileceğini öne süren bir yaklaşımdır. Comte ve benzeri pozitivistlerin yazılarında “pozitif veya pozitivizm” kavramı daha çok “bilimsel” olanla eş anlamda kullanılmıştır. Bu açıdan pozitivizm doğa bilimlerinde kullanılan niceliksel bilgiye dayalı bilimsel yöntemin sosyal bilimlerde de kullanılabileceğini savunur. Yer çekimi yasası gibi fiziksel dünyada var olan birtakım yasaların yanı sıra buna benzer yasaların toplumsal dünyada da var olduğunu düşünen Comte’a göre, yalnızca gözlenebilen, ölçülebilen ve sınıflanabilen olguların bir gerçekliği vardır ve toplum hakkındaki doğru gerçekler ancak bilimsel yöntemlerle keşfedilip analiz edilebilir. Buradan yola çıkarak Comte, topluma daha iyi yön verecek olanın pozitivist yöntem ile keşfedilen yasalar olduğunu varsayar. Comte salt olarak pozitivist bir yöntemin kullanılması gerketiğinden bahsederken bir taraftan da doğal gerçeklik ile toplumsal gerçeklik arasında bazı farkların bulunduğunu kabul ediyordu. Bu sepele sosyolojik araştırmalarda kullanılacak bilimsel yöntemin yanı sıra tarihsel yöntemin de kullanılması gerektiğini düşünüyordu.
Toplumu biyolojik bir organizmaya benzeten Comte’a göre biyolojide var olan anatomi ve fizyoloji ayrımına benzer bir ayrımı da toplumun incelenmesi yönteminde kullanılabileceğini, buna göre istikrarlı ilişkileri ve sosyal yapıyı inceleyen toplumsal statik ile toplumsal değişmeyi inceleyen toplumsal dinamik adlı iki adet kavram, farklı çalışma alanı geliştirmiştir. Comte toplumsal statiği toplumsal düzeni yöneten yasalar anlamında, toplumsal dinamiği ise toplumsal değişmeyi yöneten yasalar anlamında kavramsallaştırmıştır. Böylece Comte sosyolojiyi tarihsel yöntem aracılığıyla toplumsal düzenin (statiğin) ve toplumsal değişmenin (dinamiğin) yasalarını keşfedip analiz eden bir bilim olarak tanımlamış olur.
Önceli Simon gibi evrimci bir bakış açısına sahip olan Comte, yine aynı düşünürün yazılarından faydalanarak geliştirdiği kendisine özgü bir evrimsel gelişme teorisi tasarlar. Comte’un insan toplumları için önerdiği evrimsel gelişme modeline göre insan düşüncesi ve insan toplumları üç temel aşamadan geçerek ilerlerler. Bu aşamalar;
a. Teolojik aşama: Bu aşamada insan düşüncesi her şeyi doğaüstü güçlerle açıklamaya çalışır.
b. Metafizik aşama: İkinci sıradaki bu aşamada ise insan düşüncesi sosyal veya fiziksel tüm olgu ve olayları soyut güçlerle açıklamaya çalışır.
c. Pozitif aşama: Bu aşamada ise insan düşüncesi nihayet bütün olgu ve olayları bilimsel (evrensel yasalara dayalı) olarak açıklamaya çalışır. Comte’a göre bu aşamada insan düşüncesi pozitif bilim sayesinde doğaüstü ve soyut güçleri reddederek gözlemlenebilen olgular arasındaki mevcut ilişkileri açığa çıkarmaya ve bu ilişkileri evrensel yasalar içerisinde sistemleştirmeye çalışır.
Comte, Fransız Devrimi örneğindeki radikal nitelikteki toplumsal değişmelere de karşı idi. Ona göre insanların düşünceleri pozitif yönte gelişmedikçe radikal bir şekilde yukarıdan dayatılan değişmelerle kalıcı bir ilerleme sağlanamazdı. Aynı zamanda Comte’a göre sosyoloji pozitif aşamaya en son giren ve dolayısıyla gelişimi kendisinden önceki bütün bilimlere dayanan bilimsel gücü yüksek bir bilim olarak görüyordu.
Comte hem pozitivizmin hem doğa bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde insanlara büyük faydalar sağlayacağını düşünürken hem de özellikle pozitif (bilimsel) bilgi sayesinde doğal ve toplumsal süreçlerin öngörülerek kontrol edilebilmesinin ve toplumsal bir yaşamın akılcı bir şekilde örgütlenmesinin mümkün hale gelebileceğini savunuyordu. Dolayısıyla pozitivizmin nihayetinde bir din haline gelerek geleneksel dinlerin yerini alması gerektiğini de savunuyordu.
Comte’un pozitivist yaklaşımının sosyolojiye önemli bir katkısı olmuştur. Bununla birlikte tarihsel süreçle ilgili olarak öne sürdüğü evrimsel gelişme yasası gözlem, deney ve test yoluyla elde edilen bilgilerden çok tarih felsefesi niteliğinde soyut ve spekülatif bilgilere dayalı olduğu gerekçesi ile eleştirilere maruz kalmıştır (Swingewood, 1998, 66).

Herbert Spencer (1820-1903)
Comte’un pozitivizmi İngiltere’de Spencer tarafından geliştirilmiştir. Organizmacı bir toplum modeli benimseyen Spencer çalışmalarında pozitivizm toplumsal değişmeyi Charles Darwin’in evrim teorisindeki ilkeler çerçevesinde ele alan evrimci bir sistem yaklaşımı geliştirmiştir. Buna göre toplumsal değişme basit homojen toplumlardan karmaşık heterojen toplumlara doğru giden genel bir evrimsel yol izler. Bu evrim sürecinde, daha sonradan bakış açısı “sosyal Darwinizm” olarak adlandırılmasına neden olacak Spencer’ın görüşüne göre doğal seleksiyon sonucunda çevresine farklılaşarak bütünleşme yoluyla uyum sağlayan toplumların hayatta kaldığı ve bunu başaramayanların ise yok olduğu ifadesi yer almaktadır.
Toplumsal gelişmenin Darwinci bir çerçevede güçlülerin ayakta kalarak güçsüzlerin ise yok olduğu bir toplumsal ortamda Spencer siyasal açıdan da serbest piyasa ve rekabet yanlısı olup devlet planlamasına, müdahalesine ve sosyal devlet uygulamalarına doğal olmadıkları gerekçesiyle karşıydı.
Toplumu sistem yaklaşımı çerçevesinde ele alan Spencer’ın görüşleri kendisinden sonra gelen sosyologlar için önemli faydalar sağlamışken bir taraftan da doğal seleksiyona dayanan görüşleri toplumsal eşitsizliğin ve ayrımcılığın, özellikle de ırkçı söylem ve politikaların meşrulaştırılmasına adeta bir ilham kaynağı oluşturmuştur.

Sosyal Bilimlerde Kullanılan Araştırma Yöntem ve Teknikleri

Sosyal bilimlerde, pozitivist ve yorumlayıcı yaklaşıma dayanan iki temel araştırma yöntemi vardır.

Nicel Araştırma Yöntem ve Teknikleri
Toplumsal dünyayı incelemek için doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerin kullanılması gerektiğini savunan Pozitivist yaklaşıma dayanan araştırma yöntemi nicel yöntemdir. Nicel araştırmalarda kullanılan veri toplama teknikleri yapılandırılmış (denetimli) gözlem, anket, yapılandırılmış (denetimli) görüşme, deney, yarı-deney ve surveydir. Nicel yöntemle yürütülen araştırmalar, araştırmanın başında oluşturulmuş olan hipotezleri sınamak amacıyla geniş çaplı örneklemlerden nicel veriler toplayan, bu verileri istatistiksel olarak çözümleyen ve bulgularını genelleme amacı taşıyan araştırmalardır.

Nitel Araştırma Yöntem ve Teknikleri
Toplumsal eylemlerin ancak anlaşılıp yorumlandıktan sonra soyut olarak açıklanabileceğini savunan Yorumlayıcı yaklaşıma dayanan araştırma yöntemi, nitel yöntemdir. Nitel araştırmalarda veriler derinlemesine görüşme, odak grup görüşmesi, yapılandırılmamış (denetimsiz) gözlem, yarı-yapılandırılmış gözlem, yaşam öyküsü, sözlü tarih, örnek olay incelemesi, döküman incelemesi gibi yollarla toplanır.
İki yöntem arasında temel farklılıklar bulunur. Nicel yöntemle yürütülen araştırmalar tümdengelim ilkesi doğrultusunda teori ve hipotezlerle başlar ve toplanan verilerin istatistiksel analizleri yardımıyla araştırmanın başında oluşturulan hipotezleri sınarlar. Nitel araştırmalarda ise araştırma hipotezle başlamaz, tümevarım ilkesi doğrultusunda alandan elde edilen verilerin çözümlenmesinden sonra hipotez ve teori geliştirilir.

Yöntemsel Çoğulculuk
Nicel ve nitel araştırma yöntemlerinin bir arada kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin iki farklı görüş vardır. Birinci görüşe göre farklı yaklaşımlara dayandıkları ve bu yaklaşımların dayandıkları felsefi varsayımlar farklı olduğu için nicel ve nitel araştırma yöntemleri bir arada kullanılamaz.İkinci görüş ise nicel ve nitel araştırma yöntemlerini, bilgi toplamanın iki farklı yönü olarak görür ve bütünleştirilebileceklerini savunur.

Sosyoloji Araştırmalarında Sorulan Soru Türleri
Sosyologların araştırmalarında sordukları sorular olgusal sorular, karşılaştırma soruları, geliştirme soruları ve teorik sorular olarak sınıflandırılabilir. Olgusal sorular (deneysel sorular) olarak adlandırılan sorular örneğin “internet kullanıcılarının eğitim düzeyi nedir?”, “köyden kente göç eden ailelerin kente uyum sağlama sürecinde en sık görülen problemler nelerdir?” gibi sorular olabilir. Karşılaştırmaları sorulara örnek olarak ise “Türkiye’deki internet kullanıcıları ile Fransa’daki internet kullanıcılarının eğitim düzeyleri arasında ne kadar fark vardır?” verilebilirken, araştırma yapılan toplumların bugünleri ve geçmişleri arasındaki belirli farklılıkları ortaya koyabilmek için ise gelişimsel sorular sorulabilir. Gelişimsel sorulara örnek ise “Türkiye’de nüfusun eğitim düzeyi son 60 yıl içinde nasıl bir değişiklik göstermiştir?” verilebilir. Son olarak sosyologların olguların ne anlama geldikleri konusunda fikir sahibi olmaya çalıştıkları sorular olan teorik sorular sorarlar.

Sosyolojik Araştırmalarda Yöntem ve Teknikler

Sosyolojide Temel Yaklaşımlar

Sosyal bilimlerde Pozitivist, Yorumlayıcı ve Eleştirel yaklaşım olmak üzere üç temel yaklaşım vardır. Bu üç yaklaşım dünyaya farklı bakış açılarını, yani toplumsal gerçekliğin farklı gözlenme, ölçülme ve anlaşılma biçimlerini yansıtır.

Pozitivist yaklaşım, bilimin sadece tek bir mantığı olduğunu ve bir entelektüel etkinliğin ancak bu mantığa uyduğu takdirde bilim olarak kabul edilebileceğini öne sürer. Başka bir deyişle, sadece tek bir bilimsel yöntem vardır, bütün bilimler bu yöntemi kullanır, sadece konuları değişiktir. Kökleri her ikisi de Fransız olan Auguste Comte ve emile Durkheim’a uzanan Pozitivist yaklaşım, toplumsal dünyanın doğal-fiziksel dünyadan farklı olmadığını, bu nedenle toplumsal dünyayı incelemek için de doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve tekniklerin uygulanması gerektiğini savunur. Pozitivizmde bilimselliğin temeli, öne sürülen hipotezlerin gözlem ve deneyle sınanmasıdır, tek bir bilimsel yöntem vardır, bütün bilimler bu yöntemi kullanır. Pozitivist yaklaşım yorumlayıcı yaklaşım tarafından temel olarak insanlar arasında olan ilişkileri sayılara indirgemekle, insanlar için anlamlı olmayan soyut formül ve yasalar peşinde koşmakla, toplumsal bağlamı önemsememekle, değer yargılarından tamamen arınmak mümkün olmadığı halde genellemeler yapmakla eleştirilirken, Eleştirel yaklaşım tarafından ise mevcut toplumsal düzeni sürdürmek ve savunmakla ve insanların hissetme ve düşünme becerilerini dikkate almamakla eleştirilmiştir (Neuman, 2000:70-81).

Yorumlayıcı yaklaşım, doğal gerçekliklerle toplumsal gerçekliklerin aynı yöntemle incelenemeyeceğini savunur, çünkü doğal dünya insan etkileşiminden bağımsız olarak var olduğu halde, toplumsal dünya toplumsal ve kültürel ilişkilerle, insanların anlamlı ve amaçlı eylemleri ile kurulmuş ve kurulmakta olduğunu varsaymaktadır.Başka bir deyişle toplumsal gerçeklikler sabit, durağan değildirler, sürekli olarak kurulmaya devam etmektedirler, inşaları sürmektedir. Kökleri Alman filozof Dilthey ve Alman sosyolog Max Weber’e uzanan yorumlayıcı yaklaşım, 19. yüzyılda ortaya çıkan bir anlam teorisi olan ve felsefe, sanat tarihi, dilbilim ve edebi eleştiriler gibi birçok alanda kullanılan hermeneutik teorisini temel alır. Hermeneutik ismi, Yunan mitolojisindeki Hermes’ten türetilmiştir. Hermes’in görevi Tanrıların isteklerini ölümlülere iletmek, aradaki iletişimi sağlamak ve anlaşılmayanı anlaşılır hale getirmektir (Neuman, 2000:70). Yorumlayıcı yaklaşımda sosyal bilimcinin toplumsal eylemleri soyut olarak açıklayabilmesi için öncelikle davranışta bulunan bireyin o eyleme ne anlam verdiğini anlaması ve yorumlaması gerekir. Yorumlayıcı yaklaşım temel olarak toplumsal olayları açıklamada bireylerin bilgileri ve etkileşimleri dışında işleyen nesnel süreçleri göz ardı etmekle, fazla öznel ve göreceli olmakla eleştirilmiştir (Neuman, 2000:70-82).

Eleştirel yaklaşım
, kökleri itibariyle Karl Marx ve Sigmund Freud’a dayanmasıyla birlikte, toplumsal ilişkilerin altında yatan çatışma ve çelişkilerin üzeri örtülü olduğunu, sosyal bilimin bu gerçeklerin üzerindeki örtüyü kaldırmaya ve toplumsal gerçekliğin aslında ne olduğunu göstermeye çalışan bir yöntemdir. Bu yaklaşıma göre sosyal bilimin amacı, toplumsal ilişkileri eleştirmek ve dönüştürmektir. Bu dönüşüm, görünürdeki sosyal ilişkilerin altında yatan mekanizmaları ortaya koymakla ve böylece özellikle güçsüz olan insanlara, yaşadıkları dünyayı değiştirebilecek gücü vermekle gerçekleşecektir (Neuman, 2000:75-79).
Sosyal bilimlerdeki yaklaşımlar, teorik yaklaşımlarla karıştırılmamalıdır. Bilimsel yaklaşımların her birinin altında çeşitli teorik yaklaşımlar bulunur, örneğin İşlevselcilik Pozitivist yaklaşıma, Sembolik Etkileşimcilik Yorumlayıcı yaklaşıma, Marksizm de Eleştirel yaklaşıma dayanır.

Sosyal bilimlerdeki üç temel yaklaşıma ek olarak, özellikle 1980’lerden beri yaygınlaşmaya başlayan Feminist ve Postmodern Yaklaşımın da üzerinde durulması gerekir.

Feminist yaklaşım, feminist teorilere dayanan ve feminist bilince sahip olan araştırmacılar tarafından benimsenen yaklaşımdır. Feminist araştırmaların amacı, cinsiyet ve iktidar ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanının içine işlemiş olduğunu göstermek, toplumsal bilimde baskın olan erkek yönelimli bakış açısını düzeltmek ve kadınların sesini duyurmaktır. Feminizm, Pozitivizmi erkek egemen bakış açısını yansıttığı için eleştirir. Toplumda baskın olan ataerkil kültürel değer ve inançlar ve erkek araştırmacıların çoğunlukta olmasının bir sonucu olarak feminist olmayan araştırmaların çoğunun cinsiyetçi olduğunu , bu araştırmaların erkeklerin deneyimlerini bütün insanlara genellediğini, erkeklerin sorunlarına odaklandığını ve cinsiyete dayalı rolleri kabul ettiğini öne sürer. Örneğin feminist olmayan bir araştırmacı, bir aileyi incelediğinde erkek düzenli bir iş bulamıyorsa ailede işsizlik sorunu olduğunu söyleyecek, ancak ailedeki kadın düzenli bir iş bulamıyorsa bu durum aynı derecede önemli bir aile problemi olarak görülmeyecektir. Feminist yaklaşım bu durumun düzeltilebilmesi için araştırmacıların nesnel olmaması gerektiğini savunur. Araştırmacıların kadın bakış açısından bakması ve kişisel ve toplumsal değişimi sağlayabilmek için eylem yönelimli olması gerektiğini vurgular (Neuman, 2000:82-83).

Felsefi olarak varoluşçuluğa, nihilizme, anarşizme ve Heidegger, Nietzsche, Sartre ve Wittgenstein’ın düşüncelerine dayanan Postmodern yaklaşım, sosyal bilimlerle sanat ya da edebiyat arasında bir fark görmez. Araştırmaların betimlemekten başka bir işlevi olmayacağını ve bütün betimlemelerin de birbiriyle aynı değere sahip olduğunu söyler. Bilim insanının yaptığı betimleme, bilim insanı olmayanların yaptığı betimlemelerden daha geçerli ya da daha değerli değildir. Postmodern yaklaşım, sosyal teori de dahil olmak üzere bütün örgütlü inanç sistemlerini ve bütün örgütlü ideolojileri reddeder. Sadece içinde bulunduğumuz yer ve zamanın geçerli olduğunu savunur ve bu nedenle geçmişi ya da başka yerleri incelemeyi reddeder. Yaşamın çok karmaşık olduğunu ve hızlı bir şekilde değiştiğini, bu nedenle de nedenselliğin incelenemeyeceğini savunur (Neuman, 2000:83-84). Modernizm, Aydınlanma döneminde ortaya çıkan temel inanç, değer ve varsayımları ifade eder ve gelecek hakkında iyimserdir. Bilime, teknolojiye, ilerlemeye inanır ve güvenir. Gerçek, güzellik ve ahlak gibi konularda birçok insanın üzerinde uzlaşabileceği standartlar olduğunu ileri sürer. Postmodernizm ise gelecek hakkında kötümserdir, tarihin belirli bir doğru üzerinde ilerlediğine inanmaz ve gelişme anlayışını reddeder. Sürekli ve hızla değişen, bölünmüş, kaos içinde ve karmaşık bir toplumsal dünya anlayışına sahiptir.

Doğa Bilimleri ve sosyal Bilimler

İnsanları incelemek, fiziksel olayları gözlemekten farklıdır. Doğadaki nesnelerin aksine insanlar kendilerinin farkındadır ve anlamlı ve amaçlı davranışlarda bulunurlar. Bir biyolog, incelediği bir bakteriye ilişkin bir özelliği rahatça sınıflandırabilir, oysa bir sosyologun ölümü bir intihar olarak sınıflandırması bu kadar kolay değildir. Sosyologun bir sınıflama yapabilmesi için bireyin ölürken ne yapma niyetinde olduğunu bilmesi gerekir.