Toplum mühendisliğine dair notlar

Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Modern Sosyolojinin Gelişimi

Modern sosyolojideki teoriler, üretim ve örgüt biçimi açısından daha gelişmiş, karmaşık ve dinamik bir yapıya sahip olan yirminci yüzyıl toplumları ile ilgili olduklarından klasik sosyolojideki teorilere nazaran daha karmaşık toplum analizleri sunarlar. Klasik sosyolojinin en temel yapı taşları olan teorileri ortaya atan üç büyük düşünür Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber idi. Bir taraftan da modern sosyoloji, sosyolojinin bu üç büyük mimarının düşünceleri üzerine şekillendirilmiştir. Modern sosyolojiyi a. İşlevselcilik, b. Marxizm ve Çatışma Teorisi ve c. Sembolik etkileşimcilik genel yaklaşımları altında inceleyeceğiz.

İşlevselcilik
İşlevselcilik olarak adlandırılan yaklaşım sosyolojide oldukça önemli bir yere sahip olup ilk olarak 19. Yüzyılda Durkheim’ın çalışmalarından şekillenmiştir. Yirminci yüzyılda önce sosyal antropolojide A. R. Radcliffe-Brown (1881-1955) ile Bronislaw Malinowski (1884-1942) tarafından geliştirilen işlevselcilik, daha sonra Amerikan sosyolojisinde, özellikle Talcott Parsons ve Robert K. Merton tarafından geliştirilmiştir.

Durkheim’ın toplumu biyolojik bir benzeşmeye dayanarak açıklamaya çalıştığından yola çıkarak işlevselciliğin de toplumu birbiri ile bağlantılı parçalardan oluşan bir sistem olarak ele aldığını söyleyebilir, modern sosyolojideki işlevselciliğin de toplumu öz-düzenlemeye (self-regulation) sahip olan bir sistem olarak kurgulamış olduğunu söyleyebiliriz. Bu da, tıpkı Durkheim’ın biyolojik benzeşmesinde olduğu gibi, toplumun kendini koruma ve dengede olma gibi doğal bir eğilime sahip olması demektir. Bir diğer ifadeyle, öz-düzenleme topluma çevredeki değişime karşı kurumlarını yeniden düzenleyerek dengesini koruma ve tekrar etkin bir şekilde işleme imkanı sağlar.

İşlevselciler biyolojik sistem gibi toplumsal sistemin de hayatta kalabilmesi için karşılanması gereken bazı temel gereksinimler olduğu varsayımından yola çıkarak bu gereksinimler bir bakıma işlevselciliğin yapısal-işlevselcilik olarak anılmasına da yol açan Talcott Parsons (1902-1979) tarafından sınıflandırılarak tanımlanır.
Genellikle işlevsel ön-gereklilikler olarak adlandırılan bu gereksinimler işlevselcilerin savunduğu üzere, toplumsal sistem içindeki ve uyum halinde bir araya gelerek bütünün hayatta kalmasını sağlayacak bu gereksinimlerine yanıt vermek durumunda kalacak olan parçalar tarafından karşılanmaktadırlar. Böylece işlevselciler toplumu oluşturan her bir toplumsal öğe/parça/kurum ve pratiğin ancak toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasında bir role sahip olması durumunda sürekliliğini koruyabileceğini öne sürerler. Toplumu oluşturan bu kurumları da söz konusu olan bu gereksinimlerin karşılanmasına yönelik olan katkıları açısından analiz ederler. Örneğin, işlevselci analiz açısından aile toplumda üreme ve toplumsallaşma, yani topluma yeni çocuklar kazandırma ve onları topluma uygun şekilde sosyalleştirme gibi temel bir işlevi yerine getirmektedir.

İşlevselcilik evrimci bir toplumsal değişme teorisi sunar. İşlevselciliğe göre toplumsal sistem hayatta kalabilmek için kendi içerisinden defalarca bölünerek ve çoğalma yoluyla farklılaşarak yeni öğeler ve işlevler geliştirmesi ile değişen çevre koşullarına uyum (adaptasyon) sağlamak zorundadır. Örneğin, toplumda devamlı artan iş bölümü ve uzmanlaşma bu ihtiyaç sonucu ortaya çıkmaktadır.

Modern işlevselci sosyologlar Durkheim gibi toplumun hayatta kalması açısından zorunlu gördükleri düzen, denge ve uyumun toplumun geneli tarafından paylaşılan merkezi bir değerler sisteminden kaynaklandığını savunur ve düzen, denge, uyum, istikrar ve iş birliği gibi öğelere ilgi duyarlar.

İşlevselciliğin eleştirilen en kritik noktası gerçekte olmadığı kadar işlevsel bir birlik ve uyum halinde bütünleşmiş, çatışmanın da neredeyse hiç olmadığı bir toplum kurgusuna sahip olmasıdır. Bu yönde işlevselciliğin en önemli açmazlarını aşmaya çalışanlardan birisi de Parsons’un makro-boy teorisinin aksine sosyolojide kendi adlandırdığı şekliyle orta-boy bir teori geliştirmeyi amaçlayan Robert K. Merton (1910-2003) dur.

Merton’a göre işlevselci analizin en önemli açmazlarından birisi toplumu işlevsel bir birlik halinde bütünleşmiş bir sistem olarak ele alması ve dolayısıyla sistemde bozuk işlevsel olan öğe yokmuş gibi her olumlu işlevler üzerinde yoğunlaşmasıdır. Merton’ın kabul ettiği toplumun her zaman işlevsel bir bütünlük halinde yaşamını sürdürmediğidir.

Merton bozuk işlev, açık işlev, gizil işlev gibi geliştirdiği bazı kavramlarla toplumun nasıl her zaman düzgün ve sorunsuz bir şekilde işlemediklerini açıklamaya ve böylelikle işlevselci analizi daha esnek hale getirmeye çalışmıştır. Örneğin, dinin tüm toplumlarda birlik ve bütünleşme yaratmak gibi olumlu bir işlevin yanı sıra, din savaşları örneğinde olduğu gibi, bölünme yaratma şeklinde bozuk bir işlevi de söz konusu olabilmektedir. Örneğin, toplumsal bir öğenin ya da pratiğin her birey tarafından bilinen açık bir işlevi olabildiği gibi bireyler tarafından bilinmeyen ve açıkça amaçlanmamış gizil bir işleve de sahip olabilmesi olasıdır. Yağmur duasına çıkmış bir grubu ele alırsak, yağmur duasına çıkmanın yağmur yağmasını sağlama gibi açık bir işlevi vardır ancak aynı zamanda grup üyeleri arasında dayanışma yaratma şeklinde amaçlanmamış, bilinmeyen ve gizil bir işlevi daha bulunmaktadır.
Merton’ın 1960’ların ortalarına denk gelen işlevselcilik üzerinden sosyolojiye yaptığı katkılar önemli olsa da yine de ikna edici bir toplumsal analiz gerçekleştirememesinden ötürü işlevselcilik giderek etkisini yitirmeye başlamıştır.

Marxizm ve Çatışma Teorisi
Pek çok farklı teoriden oluşan Marxist yaklaşımı iki sınıfa ayırabiliriz. Literatürde bunların ilki geleneksel Marxist teoriler, ikincisi ise yeni Marxist teoriler olarak geçmektedir. Geleneksel akım daha çok Marx’ın orijinal yazılarına ve düşüncelerine sadık kalmaya gayret gösterirken yeni Marxist teoriler ise Marx’ın çalışmalarından oldukça etkilenmiş olmasının yanı sıra ondan belirli noktalarda da ayrılmaktadırlar.

Bu bakımdan yeni Marxistler arasında adı geçen en önemli Marxist teorisyenlerden birisi olarak değerlendirilen Antonio Gramsci’nin (1891-1937) düşünceleri önem taşımaktadır. En önemli eserlerinden birisi olan Hapishane Defterleri’ni İtalyan faşizminin zindanlarında kapalı bir lisanla yazmış olan Gramsci’nin görüşü, geleneksel Marxizmden farklı olarak toplum analizinde yalnızca alt yapının değil üst yapıların da, özellikle kültür ve ideolojinin, önemini vurgularken yönetici sınıfın yönetilenler üzerinde oluşturabilmesinin yolunun da hegemonya ile üst yapının kontrolünden, kültürel ve ideolojik kontrolden geçtiğini savunur.

Bununla birlikte yapısalcı Marxizm olarak bilinen teorinin de geliştiricisi olarak bilinen Louis Althusser’in (1918-1990) düşüncelerinin sosyoloji literatüründe oldukça etkili olmuştur. Althusser analizinde ekonomik, siyasal ve ideolojik toplumsal yapılar olarak sıralayabileceğimiz üç temel toplumsal yapıdan söz eder. Geleneksel Marxizmden farklı olarak Althusser bir toplumda olup bitenlerin belirlenmesinde bu üç toplumsal yapının her birinin görece bir bağımsızlığa ve özerkliğe sahip olduğunu savunur.

Bunun dışında Eleştirel Teori olarak da bilinen ve Frankfurt Okulu’na bağlı olarak çıkan yaklaşım da Marxizm içerisinde oldukça önemli bir ağırlığa sahiptir. İlk olarka 1923’te ortaya çıkan eleştirel teorinin 1970’lere kadar süren gelişiminde Max Horkheimer (1895-1973), Erich Fromm (1900-1980), Herbert Marcuse (1898-1979) ve T.W. Adorno (1903-1969) gibi teorisyenlerin katkıları büyüktür. 1980’lerden sonra ise Jurgen Habermas’ın (1929-) katkıları ile eleştirel teori yeni bir varlık alanı bulmuştur.

Eleştirel teori Marxizmi felsefe, psikanaliz ve ekonomi gibi disiplinler arası bir yaklaşım olarak yeniden geliştirmeye çalışan çeşitli düşüncelerden oluştuğu gibi, hem kapitalist hem de sosyalist ekonomik düzenlemeye sahip modern toplumlardaki her türlü, sınıfsal ya da şahsi olmayan bilimsel-teknolojik akılcı güçler tarafından uygulanan egemenlik biçimlerine eleştirel bakarlar (Slattery, 1991:106). Eleştirel teorinin temsilcileri özellikle kapitalizmde kültürün “kültür endüstrisi” aracılığıyla herkes tarafından kitlesel olarak tüketilebilen eğlence biçimlerine indirgenmesine, diğer bir ifadeyle kültürün kar sağlamak adına metalaştırılarak kitlelere pazarlanmasına oldukça eleştirel yaklaşmaktadırlar. Eleştirel teori ve teorisyenleri tüketim toplumu olarak adlandırılabilecek modern toplumda bireylerin bilinçlerinin nasıl kitle kültürü ile manipüle edildiği ve tüketim ile baştan çıkartılarak düşünmeye ve araştırmaya, dolayısıyla sorgulamaya daha az meyil gösteren varlıklar haline nasıl dönüştürülmüş oldukları üzerine kafa yorarlar.

Yeni Marxistler kapitalizmin kaçınılmaz bir şekilde yıkılacağı görüşü hakkında geleneksel Marxistler kadar iyimser değillerdir. Buradan yola çıkarak Yeni Marxistlerin geleneksel Marxist teorilerin kendisinden farklı olarak toplumun ekonomik alt yapısına değil kültürel ve ideolojik üst yapısına vurgu yapmayı daha öncelikli olarak düşünürler. Burada iki kavram karşımıza çıkmakta ve toplumu şekillendirmede, alt yapı üzerinden yapılan yeni toplumsal tahayyüllerin kaçınılmaz zaferler anlamına gelmeyebileceğinde hem fikir olmaktadırlar. Kültürel hegemonya ve kültür endüstrisi olarak karşımıza çıkan bu iki üst yapısal kavramlar aracılığı ile Yeni Marxistler özellikle başta işçi sınıfı olmak üzere yönetilen kesimlerin sınıf bilinçlerinin nasıl şekillendirilerek kontrol altına alındığını irdeleyemeye yönelirler.

Yeni Marxistlerin ortaya attığı bu yeni fikirler özellikle sınıf ve sınıf çatışması konusundaki sosyolojik analizler için yeni bir açılım sağlamalarının yanı sıra eleştirildikleri temel noktalar olarak, üst yapılara fazla ağırlık vererek Marxizmin ayırt edici özelliği olan tarihsel gelişmenin materyalist ve ekonomik açıdan kavranışının önemini azalttıkları ileri sürülmektedir (Haralambos & Holborn, 2004:216).

Literatürde Marx ve Marxistlerin teorileri işlevselciliğe karşıt olarak gelişen ve çatışmacı yaklaşım olarak adlandırılan başka bir genel yaklaşım içinde de ele alınan çeşitli çatışmacı teoriler bulunmaktadır. Tüm bu Marxizm temelli çatışmacı yaklaşımların yanı sıra Marxist olmayan çatışmacı teoriler de bulunmaktadır ve onların da çatışmacı olarak adlandırılmasının başlıca sebebi olarak da toplumun ve toplumsal gelişmenin merkezine çatışma kavramını oturtmaları gösterilebilir. Bu görüşler de tıpkı Marxizm gibi işlevselciliğin öngördüğü ve toplumun dirlik, düzen ve uyum içindeki bir topluluğu ve toplumsal işleyişi temsil ettiği görüşüne zıt olarak aslında öyle bir düzen ve uyumun bulunmadığı ve aksine toplumun uyum içerisindeki gruplardan değil farklı çıkarlara sahip olan gruplar tarafından meydana geldiğini savunurlar. Marx’tan farklı olarak bu çatışma teorileri çatışmanın temeline sınıf ve sınıf çelişkilerini koymak yerine çok farklı temellere dayanan çatışmalara ve temellerine vurgu yaparlar. Bir diğer ayırt edici nokta ise Marx’ın öngördüğü şekliyle sınıfsız bir toplumun çatışmalara son vereceği görüşünün aksine, bu teorisyenler bu tür bir toplumda bile çatışmaların devam edeceğini savunurlar ve çatışmanın sürekliliğine inanırlar.

Çatışmacı yaklaşım içerisinde mesleki gruplar, farklı etnik gruplar, cinsiyet grupları, dinsel gruplar ve benzerleri arasındaki çatışmalar üzerinde yoğunlaşan çeşitli teoriler yer almaktadır. Çatışmacı teoriler içerisinde özellikle Ralf Dahrendorf (1929-) tarafından geliştirilen çatışma teorisi önemli bir yere sahiptir. Marx’tan etkilenmekle birlikte onun özellikle mülkiyet ilişkileri üzerinde temellenen sınıf modelini eleştiren Dahrendorf güç (otorite) üzerinde temellenen bir sınıf modeli tanımlar. Dahrendorf kapitalist toplumda meydana gelen önemli değişmeler sonucunda çatışmanın kaynağının mülkiyet olmaktan çıktığını, gücün (otoritenin) çatışmanın yeni kaynağı haline geldiğini savunmuştur. Dahrendorf özet olarak, post-kapitalist olarak adlandırdığı toplumda çatışmanın üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasında değil, otoriteyi uygulayanlar ile ona tabi olanlar arasında ortaya çıkabileceğini savunmuştur.

Sembolik Etkileşimcilik
Sembolik etkileşimcilik Amerikan sosyolojisi içerisinde sosyal psikolojiye oldukça yakın duran bir sosyolojik yaklaşım olarak bilinmektedir. Toplumu bireylerin gündelik yaşamındaki sembolik etkileşimlerin bir ürünü olarak ele alan sembolik etkileşimcilik kavramının sosyolojideki gelişiminde C.H. Cooley ve W.I. Thomas’ın önemli katkıları olmakla birlikte George Herbert Mead (1863-1931) bu yaklaşımın kurucusu olarak bilinir. Bunun yanı sıra Herbert Blumer (1900-1986) de bu yaklaşımın kurucularından ve Mead tarafından geliştirilen bu kavrama ismini veren sosyolog olduğu var sayılmaktadır.

Sembolik etkileşimcilik yaklaşım itibariyle Weber gibi toplumsal eyleme, toplumsal etkileşime, anlamlandırma ve yorumlama süreçlerine ağırlık veren bir yaklaşım olmasının yanı sıra, ondan ayrılan tarafıyla Weber’in makro-sosyolojik düzeydeki bakış açısına karşıt olarak sembolik etkileşimcilik daha çok gündelik yaşam ile ilgilenen mikro-sosyolojik bir kavramlar bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sembolik etkileşimciler toplumsal düzenin içinde yaşadığımız dünyada bulunan her şeye (nesnelere, olaylara, eylemlere ve benzerine) atfettiğimiz anlamlar sonucu oluştuğunu düşünürler. Başka bir ifadeyle toplum bireylerden bağımsız olan yapılardan değil bireylerin içinde yaşadıkları dünyaya atfettikleri anlamlardan meydana gelmektedir.

Bu süreçte, sembolik etkileşimci anlayışa göre semboller, simgeler ve anlamlar kritik bir noktada durmaktadır. Örnek olarak, bir masanın sadece maddi bir nesne olarak zihnimizde ve yaşamımızda varoluşu bir anlamda aslında onun üzerinde yemek yenilen, yazı yazılan ve daha birçok işi görebildiğimiz bir araç olarak kullanılması masayı sadece belirli bir forma sahip bir nesne olarak değil aynı zamanda bir anlamı da içerisinde barındıran ve o anlamı temsil eden bir sembol olması açısından da önem taşıyor olması sembolik etkileşimcilikte bir sembolün, sadece bir nesne veya olayı sadece temsil etmesi yönünden değil ona atfettiğimiz anlamı da temsil eden bir sembol oluşu itibariyle üzerinde durulması gerektiği düşünülür.

Dil sembolik etkileşimin en önemli ve güçlü aracıdır. Yine de insanlar arasındaki etkileşim yüz yüze olmayabilir fakat mutlaka semboller aracılığıyla olur. Birbirleriyle yüz yüze görüşemeyen insanlar yine birbirlerine e-postalar göndererek iletişimde bulunabilirler. İnsanlar sembolik etkileşimciliğe göre semboller kullanarak anlamlı toplumsal bir dünya kurarlar.
Ancak şeyleri temsil eden anlamlar/semboller gündelik yaşamda ortaya çıktıklarından değişmeye kapalı olmadıkları gibi, sembolik etkileşimci yaklaşıma göre bu anlamlar dolayısıyla nesnelerin kendilerine içkin değillerdir. Toplum da bu şekilde değerlendirilir ve sembolik etkileşimcilerin deyimiyle toplumsal düzen de etkileşim sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Diğer sosyolojik yaklaşımlar ile karşılaştırıldıklarında sembolik etkileşimcilik toplumsal dünyanın şekillenmesinde bireyi daha aktif olarak değerlendirir. Bu nedenle işlevselcilik ve Marxizm gibi makro-boy yaklaşımlardan ayrılır. Bu yaklaşımların aksine sembolik etkileşimcilik toplumun aktif, yapıcı, yaratıcı ve yorumlama kabiliyeti olan insan özneler tarafından gündelik yaşamda sembolik etkileşim ve iletişim aracılığıyla her gün nasıl inşa edildiğini açıklamaya çalışır. Bu nedenle sembolik etkileşimcilik toplumun, onu oluşturan bireylerden bağımsız bir yapısı olmadığını bu nedenle de sosyologların toplumsal eyleme aktör tarafından atfedilen anlamı yorumlamakla işe başlaması gerektiğini düşünen Weber’in yaklaşımına daha yakın durur.

Sembolik etkileşimciliğin kurucusu olarak sayılan Mead’e göre insan diğer canlılarda bulunmayan özelliklere sahip eşsiz bir varlıktır. İnsanlar hayvanlar gibi uyarılara basit tepkiler vermek yerine davranışlarını duruma göre ayarlayabilen varlıklardır. İnsanlar içinde yaşadıkları dünyayı (nesnelere ve durumlara sürekli anlamlar yükleyerek) sembollerle anlatabilen, diğerleri ile de bu anlamları temsil eden semboller aracılığıyla etkileşim kurabilen ve benlik (self) duygusu geliştirebilen varlıklardır.

Mead’e göre benlik insanlara rol alma sürecinde kendilerini ötekilerin gözünden görebilme olanağı sağlar. Başka bir ifadeyle benlik sayesinde kendimize dışarıdan, bir nesneye bakar gibi bakabiliriz. Diğerlerinin bizi nasıl gördüklerini veya diğerlerinin gözüyle nasıl göründüğümüzü yorumlayabiliriz. Yalnızca kendimizin değil başkalarının da farkına varırız, başkalarının hislerini, niyetlerini ve beklentilerini yorumlayabiliriz. Mead’in ifadesiyle benlik kişinin içinde yaşadığı topluluğun toplumsal alışkanlıklarını içselleştirmesi anlamında genelleştirilmiş diğerleridir (Poloma, 1993:223).

Mead’in bu görüşlerini geliştirerek sembolik etkileşimciliğe katkı sağlayan Blumer ise sembolik etkileşimciliğin yöntemini toplumsal fenomenini doğrudan incelenmesi olarak tanımlar (Poloma, 1993:230-231).

Çağdaş sosyolojide sembolik etkileşimden etkilenerek ortaya çıkan birçok yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşımların başında toplumsal yaşamı bir tiyatroya benzeten Erving Goffman’ın dramaturji teorisi, gündelik yaşamın gerçekliğini inceleyen Alfred Schutz’un Sosyolojik fenomenoloji yaklaşımı ve günlük etkileşim esnasında oluşturulan gerçeğin ampirik incelemesi ile ilgilenen etnometodoloji yaklaşımı ile Harold Garfinkel yer almaktadır. Weber sosyolojisi de dahil olmak üzere bu yaklaşımların hepsi literatürde çok defa eylem teorileri, yorumlayıcı sosyoloji veya hermeneutik sosyoloji şeklinde tek bir gelenek altında ele alınabilmektedirler.

4 yorum:

  1. Süperdi valla. Çok akıcı olmuş

    YanıtlaSil
  2. Mükemmel bir anlatı olmuş.. Kaleminize sağlık..

    YanıtlaSil
  3. Peki bu bozuk işlevci yaklaşıma gunumuzde nasıl bir örnek verilebilir

    YanıtlaSil
  4. Live Casino Sites 2021
    Best Live Casino Sites in Europe · 1. luckyclub Bet365 – The #1 casino site for online gambling · 2. Microgaming – Best for live casino games · 3. 888 Casino – Best

    YanıtlaSil